29 Ekim 2011 Cumartesi

ÖLEREK UYUMAYA İSYAN

           - Babam uyuyor mu teyze?
           - Hayır uyumuyor. Baban Cennet'e gitti.
           - Yalan söylüyorsun, uyuyor. Uyandırın onu arkamda işte, göçük altında. O yüzden solgun görünüyor. Uykusu ağırdır babamın uyandırın onu. Hadi baba uyan!

            Bir çocuğun haykırışıydı bunlar. O haykırış ki ölümü kabullenmemek, o haykırış ki uykuyu dünyanın en kötüsü görmek. Onun bu haykırışı hiçbir şeyi anlamamasından değildi, her şeyin farkında olduğundandı. Evet her şeyin farkındaydı ve bir cevap bekliyordu. "Babam nasıl öldü teyze, nasıl öldü?" Ona nasıl bir cevap verilirdi, acaba "Depremde öldü" diyebilecekler mi? Ya "Hani deprem öldürmezdi. Bize öyle öğretmiştiniz." derse ne cevap verebilirler. Cevap sadece susmak olurdu, galiba.

            Uyku bir gerekliliktir. Sağlığımızın yerinde, zihnimizin açık olmasını sağlar ama uyumaya terk edilmek bir zorunluluk. Oysa uykuyla ölüm arasındaki tek ortak nokta gözlerin kapalı olması...Uykuyla ölümü birleştirenler ne o çocuk ne de doğa. Şehircilik planlaması yapmayıp: "Boş ver ya herkes kendi evini kursun" diyenler; köylerdeki evlerin yapımında hiçbir destekte bulunmayanlar; Bir inşaatı daha ucuza mal etmek için ellerinden geleni yapanlar; Binaları oturulacak yer değil de, sadece kar amacıyla yapılmış ve içinde oturanlar yok sayılmış yerler sunanlar ve bunlara isteyerek ya da istemeyerek destek veren herkes uykuyla ölümü birleştirmekten sorumludur, bana göre.

            O kadar çok sevin ki mesleğinizi, onursuzluk yapıp kısa günün karı diye üç günlük karı düşünüp bir inşaatı daha ucuza getirip insan hayatıyla oynamayın, o kadar çok sevin ki belediyede mi çalışıyorsunuz, iyice bir makamınız mı var bir şeyler sizi vermemeniz gereken bir rapor vermeye itmesin. Çünkü insan çok sevdiği şeye onursuzca davranamaz. İşte o zaman  o çocuğa verilecek cevaplar olur ve haykırışlar en azından uyku için olmaz.


            Televizyonda bir sahneye şahit olmuştum. Bir ana oğlunu hastaneye götürüyor ve bu arada haykırıyor: "Oğlum duan üstünde mi, oğlum?" Aslında onun göz yaşlarıya yapılmış duası kurtarıyor onu; ya da anneyi teselli eden tek şey bu. En azından oğlu uyanacak belki de daha güzel bir güne uyanacak ama o acıyı ömür boyu çekecek. Fiziksel olarak değil ama hiç unutulmayacak.

           Nene, anne, baba kaç aile yıkılmıştır? Kaç ailenin mal varlığının tamamı yok olmuştur? Ölüm nasıl olursa olsun kötüdür, acımasızdır ve yok edicidir. Sadece hayatları yok etmez. Hayatla birlikte yapılan her şeyi yıkar. Oysa hayat ne kadar güzeldir, yaşayanlar için. Gerçi değerini bilmeyiz. Somali’de yaşayan insanlar kadar yoksul olsak da yaşarız işte. 

            "Çekilin önümden benim derdim sizinle değil, benim derdim uykuyla da değil; benim derdim hiç suçum olmamasına rağmen bir daha hiç uyanmamak." Hiç suç olmadan insan nasıl bir uykuya terkedilir ki. Bu durumda kim yıkılmış olur bina mı? Taş, beton yığını mı? Yoksa insana verilen değer mi?

            Eğer bu sözler bir hakaret geliyorsa bazılarına; beni de isyankar sayın, memnuniyetsiz sayın beni de,  hani bazı insanlar vardır ona yardım edersiniz daha iyisini isterler işte beni de onlardan sayın. Olayları başka yere sapınca hemen diğer konuyu unutanlar gibi değilsem eğer; Doğu, Batı diye ayırmadan herkesin yardımına koşuyorsam eğer ve bu bazılarına yanlış geliyorsa beni de o isyankarlardan sayın.

Adnan KÖROĞLU                                                                                                          

28 Ekim 2011 Cuma

KENDİMİZ OLMAK


            "Batıyla uyuşma, Türkiye'nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir." M. Kemal Atatürk'ün bu sözleri günümüzü en ince ayrıntısıyla gördüğünü anlatmaktadır, aslında. Batı'nın egemenliği Haçlı seferlerinden beri olan bir durum bence. Çünkü o seferlerden sonra bilim Doğu'da körelmeye Batı'da ise güçlenmeye başlamıştır. Tabi şimdi sadece Batı değil; Amerika ve Uzak Doğu da var. Tüm bu dünyada da biz hangisiyle kıyaslıyacaz? Batı'yla mı? Amerika'yla mı? Uzak Doğu'yla mı? Yoksa Doğu'yla mı? Hiçbiri....
            Niye başkalarıyla kıyaslarız hep. Diğerlerini kıskandığımız için mi? Yoksa diğerleri gibi olamadığımız için mi? Anayasadan, hukuktan bahsetmiyorum; ekonomik, siyasal, askeri güçten de bahsetmiyorum. Benim bahsettiğim, sosyal yani toplumsal.
            Sosyal olarak eğer kıyaslama yapılırsa kendi bağımsız düşüncen ne olacak? Eğer bağımsız düşüncen olmazsa bağımsız bir şekilde nasıl yaşanabilir. Lozan Antlaşması'nda Lord Curzon şöyle demişti: " Müzakerelerde sizden istediklerimizi alamıyoruz ama unutmayın bugün reddettiklerinizi yarın cebimizden çıkarıp önünüze koyacağız!" Ne yazık ki Batı'nın bu öngörüleri ülkede kıyas yapanların ellerinde gerçekleşmiştir ama unutulmamalıdır ki bu ülkede bir kişi dahi olsun bağımsızlık ellerinden alınamaz.
            Lozan Antlaşması'ndan sonra İngiliz New Conventional Gazetesi şu yoruma yer vermişti: "Türkiye teoride bağımsız bir ülke oldu; ancak sanayi ve ticarette yetersiz ve sermayeden yoksun olan bu toplumu tanıyan bilirler ki, bu bağımsızlığın ömrü çok kısa olacak ve eski durum bir başkasının egemenliğinde geri gelecektir." Fakat durum hiç de onların tahmin ettiği gibi gelişmedi, sermayesi olmayan bu ülke büyüdü gelişti. Oysa şimdi bu ülkelerle kıyaslama yapılıyor.
           Atatürk'e "Bu bir çelişki değil mi Paşam, Bu adamlar bu kadar bencilken siz Avrupa medeniyetini övüyor örnek olarak gösterilmesini istiyorsunuz?" diye soru sorulduğunda Atatürk şu cevabı vermiştir;" Hayır, biz her zaman emperyalist, militalist Avrupa'ya karşı olduk, şimdi de öyleyiz ama ilim ve irfan Avrupa'sına hiç bir zaman karşı olmadık şimdi de olamayız, çünkü bir daha yenilmemek sömürülmemek için onların ilim ve irfanına sahip çıkmalıyız, bunun gereğini yapacak cesareti gösteremediğimiz için son üçyüz yıldır ayakta duramıyoruz ve ayaklar altında sürünüyoruz ama o dönem artık bitti" Sözleriyle Avrupalaşmayı değil Avrupadaki ilim ve irfanın üstüne basıp yükselmeyi hedeflediğini belirtmiştir.
           "Bu millet, Atatürk sevgisi temizlenmeden Batılı olmaz!" Bu söz AB yetkilisi Karen Fogg'a ait. Türkiye'deki görevinden alınırken bundan şikayet etmişti.
           Milletler bazen zor durumda kalır; ama önemli olan bu zor durumda bile hiç kimseye aldırış etmeden, hiç kimseyle kıyaslama yapmadan ve en önemlisi bağımsızlığından asla ödün vermeden kendi yolunda devam etmektir. Önemli günlerin zor durumlarda bile sürmesi bizim bazı şeylere ne kadar değer verdiğimizi gösterir.
                                                                                                                      Adnan KÖROĞLU

26 Ekim 2011 Çarşamba

KAOS FİZİĞİNİN GÖTÜRDÜKLERİ

           Modern fizik olarak tanımlanan fizik sistemi dinamik fiziğin de ötesinde. Modern fizikten sadece kuantum fiziğini bilinir o da şöyle böyle; oysa ki kuantum sadece bir başlangıçtır. Relativite yani görecelik ve kaos fiziği vardır.
           Kaos Türkçe karşılığı karmaşa: fakat kaos aslında karmaşa değil düzenin getirdiği düzensizliktir. Kelebek etkisini bilir misiniz? Bu etkinin ne kadar büyük olduğunu "kaos" gösterir. Hepimiz düşünürüz hayatımızda ne kadar çok hata yaptığımızı; "keşke bunu yapmasaydım." deriz ama hiç düşündünüz mü; eğer bu yanlışlıkları yapmasaydım hayatta neler değişirdi? Ufacık olaylar neler değiştirirdi? İşte bu olaylar hep bir düzensizliği getirir, her değişiklik farklı olaylar; yani kaos.
          Kelebek etkisi isimli film vardı. Filmde karakter hep geçmişe dönüyor, bir şeyleri değiştiriyor ve hep olaylar değişiyor, hiç istediği gibi olmuyordu. Küçük bir hata telafisi imkansız olayları doğuruyor, bu hataları engellemek için başka bir olay yaratıyor, o da başka hataları meydana getiriyordu. Bu filmde anlamadığım adamın nasıl geçmişe gittiği değil, anlamadığım bu kelebek etkisinin nasıl olur da bir düzeni doğurduydu. Filmde her etkiden sonra bir düzen vardı; oysa kelebek etkisi bir kaosu doğurur.
          Dinamik sistemler üzerinde çalışmış olan tüm fizikçiler ve matematikçiler arasında kaos kavramını en iyi anlayan bilim adamı Jules Henri Poincare'dir. Poincare " Bilim ve yöntemler" adlı eserinde, çok değişkenli sistemlerin kalıcı çözümlerinin olmadığını, çözümlerinin sonsuz bir şekilde sürebilen oynak bir durum alacalığını ve bununda sistemlerin geleceğinin tahmininde etkisiz olacalığını ifade etmiştir. Bu yüzden Poincare kaosun babası olarak tanınmıştır. Poincare'nin yanında kaos fiziliğine en önemli katkısı Edward Lorenz olmuştur. Lorenz daha çok hava tahminleriyle ilgilenmiştir.
          Kaosa göre insan ömrü yada insan tarihinin ömrü dünyanın ömrünün yanında çok kısa bir ömürdür hatta dünyanın yaşı evrenin yaşından çok daha kısadır. İşte bu yüzden insanlık tarihi dünya tarihini net bir şekilde anlayamaz. Bu aralıktaki olaylar küçük bir etkiyle değişir. İşte tam bu etki kelebek etkisidir.
          Kaosla ilgili bir diğer teori laplace şeytanıdır. Laplace şeytanı şöyledir:


          "Evrenin hali hazırdaki durumunu geçmişin bir etkisi ve geleceğin nedeni olarak görebiliriz. Dolayısıyla her bir anda doğaya etkimekte olan güçlerin tamamının bilgisine ulaşıp doğayı oluşturan varlıkların birbirleriyle olan etkileşimlerinden haberdar olabilen bununla da kalmayıp bu uçsuz bucaksız bilgiyi analiz edebilen bir akıl evrendeki en görkemli ve ağır cisimlerden en hafif atoma kadar her şeyi tek bir formülde toplayıp geleceği de şimdinin kesinliğiyle bilebilecektir"
                             Marquis Pierre Simon de Laplace

           Düzen düzensizliği yaratır, düzensizliğin içinde bir düzen vardır ve düzensizlikten doğar. Oluşan yeni düzen kendiliğinden örgütlenen bir süreç vasıtasıyla kestirilmez bir yöne doğru ilerler. Bu kaosun temel yasasıdır. Düzenin içinde oluşan düzensizliğin kayboluşunu anlatır. Bu kayboluş dönülmez bir yolda ilerler; fakat düzensizlik de boş durmaz. üzensizlik kestirilmez ama tahmin edilebilir. Tıpkı hava durumlarının tahminleri gibi....
           Kaos bir karmaşadır. Bir düzensizliğin oluşumudur ve düzensizlik tahminlerle kestirilmeye çalışılır. Bu tahminler en küçük bir etkiyle değişir ve başka tahminleri meydana getirir. Kaos bütün halinde istikrarlıdır. İşte bu yüzden kaos fiziği belki de bilimin ilerlemesi yönüne büyük bir engel koyar.
                                                                                                       Adnan KÖROĞLU

24 Ekim 2011 Pazartesi

TEK SEBEBİM


Gün doğdu, seninle doğdu.
Hemen uyandım, seninle uyandım
Belki senin sevgin olmak istiyorum
Belki tüm ihtiyacım olan sensin
Bu şekilde olsam da, senin yanında
Seni gökyüzünün ışığı kadar sevsemde
Yanında olmadığım zamanlarda
Senin arkadaşın olamıyorum.
Bu kadar çok neden düşündüğümü
Başka birisi anlayamaz, senin için
Ama söyleyemem.
Bana yalan söylemen gerekse bile lütfen söyle
Sen benim için tektin
Sevdiğin tek kişinin ben olduğumu söyle
Sen benim tek sebebimdin
Ama söyleyemezsin biliyorum
Beni bildiğin kadar biliyorum
Yine de her yerde, her zaman
Benimle beraber sen oldun
Yanımda, içimde, kalbimde oldun
Yaşamaya, dair tek sebebim oldun
Artık bedenim gökyüzündeki yıldızlarda kaybolsa da
Ruhum senden uzaklaşmak istemeden önce
Tek sebebim sendin....
                                                                                                   Adnan KÖROĞLU                  

22 Ekim 2011 Cumartesi

BİLİNMEZLİKLER DİYARINDAKİ GİZEM


           Teknoloji geliştikçe günlük hayatımız değişir. Buna yol açan bence teknolojideki değişimler değil, bilimdeki değişimlerdir. Bilim geliştikçe teknolojik araçlar da gelişir ve günlük hayatımız kolaylaşır. Bu değişimlerin en önemlisi bilim ilerledikçe hayatımızdaki bilinmeyenlerin değişmesidir.
           Bilinmezlik, şimdiye kadar keşfedemediğimiz her şey midir? Eğer öyleyse bu bilinmezlikler niye bitmeye hiç yaklaşmıyor? Niye sürekli artıyor? Bence bilinmezlik denilen keşfedemediğimiz değil, keşfettiğimiz sorular. Çünkü eğer bilinmezlik varsa onu keşfetmişsin demektir.
          Gizemlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu gizemler bilimin gelişmesiyle artar.Her çözülen gizem arkasında başka gizemi çağırır.; fakat bu işlem belli bir sıra izler. Mesela geçmişte önce felsefe doğdu, felsefe sorular sormaya başladı, bu sorular bilimi doğurdu ve bilim bilinmezlikleri teker teker çözmeye başladı. Her çözülen bilinmezlik insana cesaret verdi. "Demek ki oluyormuş" dendi sonra yeni bilinmezlikler yeniler yeniler....
         Gizem, bu bilinmezlikleri toplar ve yeniler açığa çıkar ve yeni bilinmezlikler yeni gizemleri doğurur. Bu böyle sürüp gider.
        İnsanın merakı gizemle birleşince bilinmezlikler çoğalır ve bu bilimin güçlenmesine sebep olur. Çünkü bilimle savaşacak düşmanlar; yani bilinmezlikler çoğalmıştır. Düşman çoğalınca bilim de ordusunu büyütür.
        Gizem bilinmezliklerle güçlenir, bilim ise merakla. Bu ikilemeliği çözen insandır; yani aslında bütün soruların cevabı insanlarda saklı: bilimin, bilinmezliğin hatta gizemin cevabı....
                                                                                                                Adnan KÖROĞLU

20 Ekim 2011 Perşembe

DURUM RAPORUNA EK


          Yazarın seyir defterinden:
          Bugünlerde yazmak istemedim .Çünkü üzüntüyü yazamıyorum. Ne bileyim beceremiyorum işte. Önce yazmaya başlıyorum: "Bugün acıklı, yaslı, duygu dolu ve kan kokulu bir gündür ve kan ne olursa olsun kötüdür." Ama bu kadar devamı gelmiyor işte.... Oysa böyle olmayacağını, susmanın vakti değil de bağırmanın herkese duyurmanın gerektiğini en çok söyleyen bendim. Kendi kendimi suçluyorum şimdi ben böyle miydim? ya da böyle mı yapacaktım?
           Bugün kaç gündür göremiyoruz göremiyoruz dediğimiz Jüpiter'i gördük ve hemen bir şans oyunu oynadık. İlginçtir gezegeni ne görmek içimizden gelmişti? Ne de şans oyunu? Bir anda oldu, bir anda ama bu ilginç olayın meydana geldiği gün üzüntünün en yoğun olduğu gün.
           Hep dışarıya karşı bağırırız  ya: " Niye kalıcı adım yok? Niye hep aynı olaylar oluyor?" diye üzülmüyormuş gibi yaparız hatta bazen " Üzülmüyorum" deriz ya; ama içimize karşı öyle bir şiddetli oluruz ki öyle bir üzülürüz ki dışarı çıksa volkan olacak zannederiz. Dünyanın magma tabakasında duran lavların bir çıkış yolu bulduktan sonraki o şiddetli patlamaları gibi.
          Öğrencilere satrancı anlatırken hep savaşlardan örnek verirdim. Şimdi anlıyorum, nasıl büyük bir hata yaptığımı.Çocuklara satrancı sevdirmeye çalışıyorum; ama aynı zamanda çocuklara, satranca benzettiğim savaşı da sevdirmeye çalışıyormuşum meğer. Bugün Şah İsmail'le Yavuz Sultan Selim'in satranç hikayesini anlattım çocuklara. Hikayenin sonunda Yavuz Sultan Selim'le Şah İsmail savaşıyorlar. Öğrencilere anlatırken kendimi kaptırdığımı ve satranç taşlarıyla savaştaki askerleri birbirine benzettiğimi farkettim. Sonra yanlışlık yaptığımı farkettim ve "Satranç bir oyundur ama savaş gerçektir." dedim ve konuyu kapattım.
          Evet satranç bir oyundur ve satrançta kan yoktur. Oysa savaş gerçektir, kan da gerçektir ve kan kötüdür.Bunu başlatanlar ise asla şehitlerimiz değildir.
                                                                                                        20.10.2011
                                                                          ( Hakkari'deki şehit haberlerinden bir gün sonra)  
                                                                                                  Adnan KÖROĞLU                                 

14 Ekim 2011 Cuma

BEN GERÇEĞİN TA KENDİSİYİM

         
            İnsan dediğin nedir ki? Gerçek midir? Gerçekliği nasıl kanıtlanabilir? Kanıtlanamayan hiç bir hipotezin kesinlik taşımadığını öğrenmiştik. O zaman gerçek kanıtlanamazsa kesin değildir, kanıtlanırsa kesinlikle vardır.
           Şimdi düşünüyorum da gerçek olanı değil , gerçeğin kendisini nasıl ispatlarım diye; ama bu evrenin başlangıcını araştırmak gibi...

            Öncelerde izlediğim bir film; Matriks... İnsanları kontrol eden  bir bilgisayar programı olduğunu anlatıyordu. Kendi başına bir felsefe yaratmıştı bu film. İşte" İnsan acaba gerçek mi?" sorusu bu filmden sonra herkes tarafından sorulmaya başladı.

             Benim hipotezim başka. Gerçek olmayan  insan değil de ya gerçeğin ta kendisiyse. Kasttettiğim  hayat değil, evren hiç değil.... Benim kasttettiğim sadece kelime olarak gerçek, mana olarak gerçek, cümledeki gerçek. İşte bunu ispatlamanın tek yolu kişinin kendisidir, bence.
            Kendin varsan, hayat varsa, evren varsa gerçek de vardır.

                                                                                                                               Adnan KÖROĞLU

13 Ekim 2011 Perşembe

TEKNOLOJİK SATRANÇ


             Makinelerin insanları yenemediği tek olay satranç galiba....Çünkü satrançta bir sınır yoktur. En iyi diye bir kavram hiç yoktur.
             Kasparov'un Deep Blue isimli bilgisayarla yaptığı maçı herkes bilir. Bilgisayar oyunun sonunu biliyor ve her hamlenin niçin kullandığını da ve en önemlisi Deep Blue bilmem kaç hamle öncesini hesaplıyor. İlk yapılan Deep Blue yenilme imkanı olmayan bir teknoloji... Çünkü yapılan her hamlenin karşı hamlesi var. Buna rağmen Kasparov berabere kalmayı başarmıştır. İkinci yapılan bilgisayar Deep Blue'nun biraz daha gelişmiş hali ve Kasparov'u yenmeyi başarıyor. Kasparov'un bu yenilginin sebebini açıklaması çok ilginçtir: Bu yenilgide ikinci oyunun otuz yedinci hamlesinde insanların oyuna müdehale ettiğini iddia etmiştir. Bu iddea bir çok satranç otoritesinde de onaylanmıştır çünkü bu hamlede bilgisayar normalde piyon kazanma eğiliminde olması gerektiği söylenir. Bizim bildiğimiz budur,  bir piyon önde olman oyunu kazandırır.
            Bilgisayar için satrançta önemli olan güçtür; ama insanların duyguları da vardır. Piyon alırken gücünü gösterirsin ama piyon alırken pozisyon üstünlüğünü kaybettiğin an oyunu kaybedersin.
             Oyun sadece FIDE kurallarıyla sınırlanabilir; fakat düşüncede bir sınır yoktur. Ta ki işin içine bilgisayar girene dek. Bilgisayar hamleleri önceden bildiği için kendine bir çerçeve çizer. Bu çerçevenin dışına çıkabilirsen bilgisayar yenilir. Bu tıpkı rakip oyuncunun beklenmedik bir hamle yapmasıyla afallamak gibidir. İşte önemli olan bilgisayara o beklenmedik hamleyi yapmaktır. Belki güçlü bir hamle değildir; ama bilgisayarın şaşırması yeterlidir.
             Satranç, akıl oyunudur. Pozisyon yem vermeyi gerektiriyorsa yem verilir, tuzak kurmayı gerektiriyorsa tuzak kurulur, şaşırtma gerekiyorsa uygulanır ve insan yapımı bilgisayarlar bile insanlar sayesinde yenilir.

                                                                                                                                      Adnan KÖROĞLU

12 Ekim 2011 Çarşamba

VATAN

Vatan, vatan dediğin
Altındaki toprak mı?
Vatan, vatan dediğin
Taş, çakıl mı?
Vatan, vatan dediğin
Oturduğun yer mi?
Vatan, vatan dediğin
Barındığın yer mi?
Vatan, vatan dediğin
Dağ, bayır, çöl, bağ, bahçe mi?

Hiçbiri ...
Vatan, vatan dediğin
Sığındığın yer,
Toprağın üstündeki kan,
Bağımsızlığın ve egemenliğindir.
Vatan; esirliğin, hürriyetindir.
                        Adnan KÖROĞLU

11 Ekim 2011 Salı

YALNIZLIK

             Yalnızlık insanın ümidini yok eder. Bitirir. Ümidin en büyük düşmanıdır yalnızlık. Onur ve şeref ise ümidin dostudur. Ümidinin kaybetmediğin an onur ve şerefin yükseldiği andır. Yalnızlık; onur ve şerefini bitirmesin ki ümidin sürekli olsun.
           
               YALNIZLIK ŞİİRİ

       Bilmezler yalnız yaşamayanlar
       Nasıl korku verir, sessizlik insana
       İnsan nasıl konuşur kendisiyle
       Nasıl koşar aynalara
       Bir cana hasret bilmezler.
                        Orhan Veli KANIK



            Bu yalnızlıkla ilgili en sevdiğim şiirdir. Yalnızlığın gerçek yüzünü anlatıyor. İnsan yalnız olmazsa nasıl konuşur ki kendisiyle. İnsan kendi kendine konuşmazsa nasıl ümidi olabilir ki. Ümidini koruduğun an korkunun da yok olduğu an değil midir? Yalnız olmaktan ümidin olduğu için korkulmaz aslında.
                                                                                                                 Adnan  KÖROĞLU

10 Ekim 2011 Pazartesi

BİR GÜN



                                                   Umutsuzluğun kaybolduğu,
                                                   Zamanın ise hiç geçmeyecesine süren
                                                   Bir gün;


                    Bulutların durduğu,
                    Doğanın zenginliklerle mutlu olduğu
                    Çiçeklerin ise hiç solmadığı
                    Bir gün;



                                             
 
   Toprağa bir damla kanın bulaşmadığı,
   Savaş makinelerinin hurdalığa,
   Mermilerin ateşe atıldığı
    İnsanların silahlara:
   "Bunları niçin kullanıyorlarmış"
    Dedikleri bir gün
    Hiç gelir mi dünyaya???

                                                            Adnan KÖROĞLU

9 Ekim 2011 Pazar

SEN, BULUTLAR ve BEN

Yalnızlığımı hissettiğim o gün
Hani o ilk sözcüğü söyleyemediğim gün
Söyleseydim böyle mi olacaktı?
Herkes benim seni sevdiğimi duyacaktı
Oysa ki şimdi söyleyebiliyorum
Seni seviyorum, güzel kız
Seni seviyorum, güzel kız

Güneş yerindeydi, ay yerinde
Ben yerimde değildim, güzel kız
Uçuyordum havalarda
Fakat, bulutlar
Bulutlar yerinde değildi
Bulutlar, benim seni sevdiğimi öğrenmiş,
Kim bu güzel kız diye bakmaya gitmişlerdi
Sen yerinde değildin, güzel kız
Yerinde değildin
Ölmüştün.

Bulutlara sordum:
"Sevdiğim nerde?"
Bulutlar sustu, güneş sustu, ay sustu.
Bir tek, bir tek ben konuştum güzel kız:
Seni seviyorum, güzel kız
Seni seviyorum, güzel kız

Şimdi hiçbiri yerinde yok
Sen, bulutlar ve ben
                             Adnan KÖROĞLU

8 Ekim 2011 Cumartesi

BOŞ VAKİT BULMA SEKTÖRÜ

         
          Hayatımızdaki her gün bir ömürdür aslında. Bir gün içerisinde hayat başlar ve bir gün içerisinde hayat biter. Bu hipoteze göre ne kadar çok boş vaktimiz vardır değil mi? Oysa hiç boş vaktimiz yok diye o kadar çok söyleniriz ki. Diğer günün boş olduğunu düşünmeyiz bile.
          Her şeyin bir zamanı var deriz ya işte o zaman gelene kadar olan boş vaktin geçmesini isteriz hep. Peki boş vakit nedir? Nasıl değerlendirilir? İşte bu sorunun cevabı bir ömürdür; yani bir gün, bir saat, bir an....Cevabı bulduğunuz andan sonraki süre de boş vakit olmaz mı? Ne kadar çok vaktimizin olduğu şimdi daha da netleşiyor.  İşte bu vakitleri değerlendirmek için yapılması gereken lerin en önemlisi bence dolu vakitleri zamana yaymaktır. Ama o zaman yavaş yavaş ilerlersin hayatta tabi sağlam adımlarla.
          İki şey vardır, insanların çoğu onun değerini bilmezler: Sıhhat ve boş vakit... Sağlığımız ve zamanımız olmazsa ne yapabiliriz ki. Hep bir kereden bir şey olmaz deriz ama sonra hasta oluruz. Zamana hiç önem vermeyiz hep sonar yaparım deriz ama işlerin tahsis edilen zamanda bitmesi şarttır.
          Kendimize uygun zamanın ne olduğunu bulana kadar hep boşuz. Bu zaman acaba bir an mı? Bir gün mü? Yoksa bir ömür mü? Bu sonuçla ömrünü boş geçirdi cümlesi de çok doğru oluyor galiba...
          Boş vaktimiz çoktur ve onu değerlendirecek vakitlerimiz de çoktur. Belki de vaktimizi doğru kullanmıyoruz. Belki de kullanmamak işimize geliyordur ama unutmayalım ki insan ömrü sınırlıdır, zamanda öyle....
                                                                                                                     Adnan KÖROĞLU

7 Ekim 2011 Cuma

DURUM RAPORU

            Yazarın seyir defterinden; Bugün Jüpiter oniki yıldan beri benim en yakınımdan geçerek bana görünmeye çalışıyor. Ama çıplak gözle görülebilecek beş gezegenden biri olan Jüpiter'in unuttuğu benim her zaman havaya bakmadığımdı. Jüpiter gibi dev bir gaz kütlesinin bu kadar yakınımda dolaşması iyiye yorumlanacak değil ya ama yine de şanslıyım, görmedim. Bilmem kaç milyon kilometre uzakta bu bilinmeyen. Aslında daha önce teleskopla bakmıştım kendisine değişip değişmediğini bilmiyorum ama hatırladığım kadarıyla her yüzeyi farklı renkteydi.Peki ya Uranüs o da en yakınımda ama o uzakta. Hem de benim göremeyeceğim kadar....
             Bir arkadaşımın verdiği bir programla internetten bakıyordum evrene. Ne kadar değişik geliyor insana? Sen Dünya'da bir karıncasın, Dünya Galaksi'de bir parça, Galaksimiz ise Evrende bir karınca hatta bir hücre...."Böyle bakınca evrenin sonu sonsuzluk mu ?" diye soruyor insan kendine.
             Biz Güneş Sistemi'nde kaç gezegen olduğunu hala bilemememize rağmen evren bize her şeyi gösteriyor. Galaksilerin birleşmesi, parçalanması, birbirlerinin etrafında dönmeleri,bunlar hep evrenin gösterdikleri değil mi? Biz Dünya'yı sadece iki kere döner zannederdik; kendi ekseninde ve güneşin etrafında. Oysa Dünya'nın yedi hareketi var.  Evren hep bizden daha çok bildiğini gösteriyor.
            Evrende nelerin olup bittiğinden , galaksi sistemlerindeki hareketliliklerden pek haberimiz olmasa da bize doğru uğradığında gezegenler bir selam verip kapıdan da olsa gözükseler daha bir sevineceğiz.
                                                                                                                       
                                                                                                                            Adnan KÖROĞLU

6 Ekim 2011 Perşembe

NAZIM HİKMET RAN





VATAN HAİNİ



"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
           hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
                            ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
                                                                                28.7.962
                                                                               NAZIM HİKMET RAN
Dipnot: Nazım Hikmet Hatıra Parası
Nazım Hikmet anısına 5 Nisan 2004 tarihinde hatıra parasının basıldığını biliyor muydunuz? Nominal değeri 15.000.000 TL olan bu madeni para 999 ayar gümüşten yapıldı ve 5000 adet basıldı.
    

5 Ekim 2011 Çarşamba

HEDEFLERİN DEĞİŞME SEKTÖRÜ

           Hedeflerin değişmesi için gerekli olan iki şey vardır, tıpkı hayatta beklenilen değişiklikler gibi. Hedeflerin gerçekleşmesi ve gerçekleşmemesi.
           İnsan özyeterliği sınırsız bir varlıktır; hedefi gerçekleştirdikten sonra daha büyük bir hedef ister. Ama benim anlatmak istediğim başka. Hedef oluşur, hedef için gerekli koşullar oluşur ve sonunda hedef gerçekleşir. İşte bundan sonra hedef muhakkak değişir. Çünkü hedef için gerekli koşullar değişmiştir. Hiç bir koşul değişmese bile  hedefin gerçekleşmesi değiştirmiştir.
          Hedefin diğer bir ismi kazanımdır. Peki niçin? Her hedef kazanıldığı için mi? Yoksa kazanılabileceği için mi? Ama bazı hedefler kaybedilir. Yerine başkaları gelir. Aslında her hedef kazanılabilir ama kesinlikle kaybedilir.Çünkü yerine başkaları geçmiştir. Virgülüyle, noktasıyla mutlaka bir öncekinden farklıdır yeni hedef.
         Hedef değişir. Evet, ama önemli olan hedefin bir önceki doğrultuda mı yoksa yeni bir doğrultuda mı değişeceğidir? Bunda da durum farklılaşır. Mesela hedef kazanılmadı; o zaman, hedef ya küçültülür ya da yok olur.Diyelim ki kazanıldı; o zaman, hedefi kullanabiliyorsan hedef büyütülür ama kullanamıyorsan kullanacağın zamana kadar bekletilir. En kötüsü de budur, ne yapacağını bilemezsin. Yeni hedef koyman gerekir çünkü eski hedefin yok olacağından korkarsın, yok olmayacağını bildiğin halde. Zaman da bu arada akıp gider....
         Bir seçenek de hiç hedef koymamaktır; yani halk arasında " boş yaşamak"... Ben ise buna "bekleme" diyorum. Beklemeye yol açan üç etken vardır: Birincisi kendine uygun hedef bulamamak ya da doğru düzgün aramamak. İkincisi yanlış hedef bulmak; bu durumda yeni hedef bulana dek beklemek. Üçüncüsü ise hedef gerçekleştikten sonra bir üst hedefi gerçekleştirememek, bu durumsa en uzun beklemedir. Böylece gerçekleşenin içinde sıkışıp kalırsın. Yeni hedefin ne olacağını bulman zorlaşır ve hayata bırakırsın ama hayat hiç bir şey bilmiyor. Çünkü hayat sen izin verdiğin ölçüde vardır daha fazlası değil....
         Hedeflerimizi asla bitirmemeliyiz, hedeflerimiz var oldukça hayat devam ediyor demektir ve hayat hedeflerin var olduğu sürece gelişerek var olmaya devam edecektir. Zaten hedefi olmayan biri için nasıl devam eder. Tabi ki monoton...Hayatımız bizim elimize bağlı, çünkü hayat bizim için vardır başkası için değil.
                         
                                                                                                                         Adnan KÖROĞLU

4 Ekim 2011 Salı

ÇATURANGA

           En az dört bin yıl önce başladı satrancın hikayesi. Bu satrancı dünyanın en eski oyunlardan yapar ama bana göre satranç bir oyun değildir. Bir felsefedir;gücü, stratejiyi ve sabırı simgeleyen bir felsefe, sürekli sorular soran aldığı cevaplarla değişen bir felsefe. Her oyunun bir sınırı vardır ama satranç sınırsızdır.
          Çaturanga satrancın atasıdır. En eskisi... Hindistan'da açığa çıkmıştır çaturanga. Hindistan'da bir vezir bulmuştur. Hapse düşen, zulme uğrayan bir vezir. Vezir, Şaha güçlü olduğunu ispatlamak için çıkarmıştır çaturangayı. Sadece bir hapishaneden tüm Hindistan'a yayılmıştır oyun.Tarihçiler, satrancın  din zulmünden kaçan budist rahipler yoluyla Çin'e götürüldüğünü düşünmektedirler. Satranç Çin'de ve Japonya'da değişerek yayılmış ve gelişmiştir. Çin satrancı xiangpi ve Japon satrancı shogi...  İsimler değişik olabilir ama oyun sonu hep aynıdır şahı yok etmek
          Avrupa'ya ise satranç Endülüsler sayesinde İspanya'dan geçmiştir. Aslında İran sayesinde Araplara ordan da tüm İspanya'ya...
                                                                                                                 Adnan KÖROĞLU


          



3 Ekim 2011 Pazartesi

PİYONUN DURUMU

         
            Savaşın gerçek sahipleridir askerler. Tek yaptıkları emirleri yerine getirmektir, bu yüzden bazen askerlerin insan olmadığını bir android olduklarını düşünürüz. Gerçek şu ki onlarda insandır ve her emri yerine getirmezler. Seyrettiğim bir filmde sürekli savaşan bir asker vardı; o askeri eski diye bir çöplüğe atmışlardı... Evet bir çöplüğe! Gerisi klasik... Asker daha önce yaptıklarının yanlış olduğunu anladı ve masum halka yardım etti sonra kendini çöplüğe atanlardan intikam aldı. Demek istediğim asker önce piyondu, sonra vezir. İşte piyonu güçlü yapan da budur. Piyon satrancın hem en güçlü, hem de en zayıf taşıdır. Satranç oynayanlar bilir; oyunun en güçlü taşı olan vezir bir tek atın hareketini yapamaz, fakat piyon çıktığı zaman isterse veziri, isterse atı alır. Onu en güçlü taş yapan da budur..
            "Savaşı askerler kazanır ama krallar konuşulur." Truva filmindeki bu anektod şöyle açıklanabilir: Aşil ve diğer askerler Truva sahilini elegeçirirler ama kutlama yapan krallar olur ve aralarında  konuşurlar: "Kimse Truva sahilinin bu kadar kolay ele geçirilebileceğini sanmazdı.", " Bu zafer adına Kıbrıs'ta heykel diktireceğim", "Bu büyük savaş anısına bu kabı hediye ediyorum" falan... Krallar savaşı göremeyecek kadar uzaktan geliyordu ama savaşı kazanan krallar oldu. Askerlerin yaptıkları unutulur, ta ki asker kral olana dek... Bunun içinde eski kralın devrilmesi lazım eski yeniçeri isyanları gibi...
           Tek piyonun bütün orduya karşı olması imkansız bir olay... Bütün piyonlar birleşince olabilir belki ama tek piyon tek bir kişi imkansız.... Piyonun bu imkansızlığı yok edebilecek tek şansı, diğer ordudaki elemanları da kendi yanına çekmek; kaleleri, filleri, atları belki de veziri ve şahı....
           "Bir fikir dört yüz yıl sonra bile oluşabilir" V for Vendetta filmine ait bu sözle hareketle adam, şiddet ve baskı rejimini yok etmeye çalışır, bunun için de herkesin bunun farkında olmasını sağlar. İşte asıl mesele bu farkındalık... Olayların farkında olmak! Şahın her dediğini yapan piyon şahın doğruları yaptığının ne kadar farkındadır, ya diğer askerler? İşte piyonun tek başına  yaptığı güç budur. Piyon satranç tahtasının karşısına kadar ilerler, hiç kimse farkında değildir. Ta ki piyon son kareye gelir ve vezir olur. İşte piyonun farkında olmadan gösterdiği güç budur.
                                                                                                                        Adnan KÖROĞLU
       

2 Ekim 2011 Pazar

SAFLIĞIN ZAMBAĞI

Adilin ağzı bilgeliğini göstermeli
Ve dili hakkaniyeti söylemeli
Kutsanmış olan cezbedici günahlara kanmayan insandır
Bir kerelik denemek için ile olsa
Yaşamın tacını alacaktır
Oh,Tanrım, Kutsal Ateş,Merhamet et
Oh, ne kadar huzurlu, ne kadar sevimli
Ne kadar yardım sever, ne kadar kutsal
Ey, saflığın zambağı (Lilium)                                         

              ELFEN LİED (LİLİUM)

1 Ekim 2011 Cumartesi

SAVAŞ ve SATRANÇ

     Dünya savaşla doğmuştur; fakat sürekli savaşın hali değişmiştir. Dişe diş savaş, soğuk savaş, psikolojik savaş...vs. Her savaşta bir oyun vardır ve bu oyunlar dünyanın bir sonraki savaşını hazırlar. Dünya oluşur sonra değişir muhakkak değişir.
     Satrancın savaşla ilgili olduğunu herkes bilir ama asıl savaş satrançla ilgilidir. Satrancın savaştan öğrenebileceği yok ama savaşanların satrançtan öğreneceği çok şey vardır.