30 Aralık 2011 Cuma

HİTABEDEKİ İSTİKBAL

            Atatürk'ün gençliğe hitabesindeki gençliğin yani halkın şuan ki durumu şöyledir:

            İçerden ve ya dışarıdan düşmanların kim olduğu belli olmamakta, belli olanların ise aslında en çok yarar verenler olmaktadır. Hatta düşmanları başkaları belirlemektedir. Öyleki bu durumda ve imkanda gençliğin vazgeçmesi yani her türlü durumu kabullenmesi için gerekli tüm şartlar oluşmaktadır. Hapse atılmakta, doğru bildikleri  yaşamlar kısmen yapılmakta ve düşmanların amacı hiçbir şekilde belli olmamaktadır. Bu imkan ve durum müsait olmayan hatta herşeyin yolunda gittiğini belgeleyen bir durumdadır. İstiklal olarak bildikleri bazı özgürlükler verilmekte ve ya korunmaktadır.

            Tam bağımsızlığa ve Cumhuriyet'e kasteden bu düşmanlar, eşi benzeri olmayan geçmişten geleceğe her şekilde örgütlenip bir zaferin galip çıkanları olabilirler. Kandırma ve oyalama taktikleriyle yüzyıllardır yaşanan bu topraklarda sanki biz kötülük yapıyormuşuz gibi diğer düşünceleri yok sayabilirler. Bütün kurumlarda az ya da çok onlardan varken biz torpil yapıyormuşcasına uyarıda bulunabilirler. Hatta bu durumu sahte ya da gerçek belgelerle kandırmacalı bir şekilde ispatlayabilirler. Özel sektörlerine ve ya kamu kuruluşlarına hükmedecek güce sahip olabilir ve bunu her fırsatta övüne övüne çok şahaneymiş gibi anlatabilirler. Hatta geri kalan kamu kuruluşlarını özelleştirerek toptan para kazanma ya da "zarar edeceğine satalım." bahanesiyle, kara ulaştırmak için çabalamadan satabilir ve geri kalan özel kuruluşları ise vergi kaçakçılığından dolayı devletleştirebilir ya da tehditlerle elegeçirebilirler. Kendisine karşı çıkan halkı dağıtabilir, dağıldıklarında muhalif çoğaldığında da " Ülkede demokrasi var. Bakın hiç bir dönemde bu kadar muhalife izin verilmedi." denilebilir, küçük görebilir ve vatanın her tarafını bilfiil işgal edebilirler. Bütün bu olaylardan daha zor ve önemli olanı, memleketin çoğunluğu bunlara inanmış ve ya bu durumu görmemiş ya da kendi gözleriyle görmek istediklerini görmüş olmalarıdır. Hatta halktaki bazı kişiler çıkar ilişkisiyle, çok ihtiyacı varmış gibi, iktidara siyasi ya da maddi yardım edebilirler. Millet, düşmanlardan aldığı gözlüğü kullanmakta, sanki kendi gözleri yeterli değilmemişcesine yaklaşmakta olabilirler.

            İşte tam istikbaline düşkün olan kişiler, başka rejimlerin bile daha iyi olduğuna inanan bu halkı uyarmayı ve rejime, millete sahip çıkmayı görev edinmişlerdir. Bu uğurda her türlü hakareti, her türlü baskıyı üzerlerine almaya razı olmuşlardır. İhtiyaç duydukları bizdedir, Türkiye Cumhuriyeti'nde. Bunun için tek yapmamız gereken Atalarımıza bakmamızdır; fakat bunun yolu asla savaş değildir. Çünkü sizin de dediğiniz gibi savaş zaruri olmadıkça cinayettir.
                                                                                             30.12.2011
                                              ( Hava saldırısında sivillerin vurulduğu açıklamasından bir gün sonra)
                                                                                          Adnan KÖROĞLU

27 Aralık 2011 Salı

HAYATIN KURGUSU


           Hayat bir kurguysa bu kurgunun ana düşüncesi sadece yaşamak olabilir mi? Gösterişsizce, düzenlice, basitçe yaşamak... Mesela insan sadece yaşamak için mi yemek yer? ya da sadece hayatını devam ettirmek için mi para kazanır? Tabiki hayır. Yaşamını düzene sokanların daha üst hayatı istediklerimi görürüm hep. Doyumsuzluk budur işte.

           Düzenli hayat yaşayanlara baktığımda evden işe, işten eve ama hep bir sorunları var; çocukların sorunları, ailelerin sorunları, eşlerin sorunları.... En ufak bir düzensizlikten bile sorun çıkartırlar ve bunları büyütme çalışmaları taktire şayandır. Bazen problemsiz ne güzel bir hayatı olanlar, bazen de büyük ve orta boylu problemleri olanları ya problem oluştururlar ya da küçük problemleri büyütürler. Oysa o küçük problemler zaten yok olmaya yüz tutmuş problemlerdir. Bazen de, sorun çıkacak ya, başkalarının hayatından dahi sorun çıkartırlar. Bunun nedeninin gösteriş mi? kendilerine ve ya başkalarına gösteriş mi? diye sormuşumdur hep kendime. cevabını hayla tam olarak çözemedim ama galiba değil. galiba bunun nedeni hayatın kurgusu. Ana düşüncesi yaşamak olan hayatın kurgusu.

            Hayat bir yaşam dizisi gibi. Hani senaristlerin bitmemesi için elinden geleni yapan reyting rekortmeni diziler vardır ya hayat da böyle. Dizide olaylar bitmiştir ama dizi bitmemelidir. İşte sonra senaristler devreye girer. Bazen yeni olaylar o kadar şaçmadır ki karınca yuvasını doldurmayacak büyüklükte... Diziler devam edebilmesi için isminin dışana çıkar ya hayat da sürerken amacının dışına çıkar. Biz buna yeni amaçlar oluşturmak deriz ama eskisini çoktan unuturuz.

           Bu kurgu ya dizi gibi uzun olmasaydı tek soluklu bir film gibi kısa sürseydi. Hani bazı filmler vardır. Yaşanması gereken bir ton olay vardır ve hepsi bir saate sığdırılır. Ya öyle olsaydı. Acaba daha güzel mi olurdu hayat. Hep bir film bittikten sonra ne olduğunu merak etmişimdir. Son yazısı yazdıktan sonra her şey biter mi? Daha sonra hiç olay yaşanmaz zannederiz. Sanki filmdeki bütün karakterler ölmüş. Hayat da film gibi bütün olaylar yaşandıktan sonra insan ölüyorsa buna değer mi ki?

           Yavaş yavaş ilerleyen hayatta uzun bir ömür mü? Yoksa hızlı ilerleyen olaylı bir hayatta kısa bir ömür mü? Bu seçim asla yapılamaz bence. Çünkü yavaş ve düzenli bir hayatın sürerse bir anda hayat son bulabilir ya da olaylı  bir yaşam varken kısa değil de uzun devam eden bir ömür. Öyle bir hayatta yalnız, tek başına kalırsınız yaşamda. İşte bu yüzden anın kıymeti, yaşamın kıymeti bilinmeli. Bilinmemesine rağmen yine de bilinmeli.
                                                                                                               Adnan KÖROĞLU

25 Aralık 2011 Pazar

YAĞMURLAR AŞKINA

            Bir gün oldu, tuttum sevgimi,
            Bir gün oldu soldun sevgilim.
            Solduğun gün " Gitme " dedim.
            Olmadı sevgilim ....
            " Yağmurlar Aşkına kal! " diyemedim.
            Sadece " Gitme... " dedim.
            Oysa ki neler düşlemiştim.
            Düşlerimde sadece sen ve ben vardık,
            Bir de seni bende bırakan yağmur damlası,
            Yağmurlar aşkına...
            Yağmura sordum: "Kavuştun mu toprağına? "
             “Kavuştum; 
            Fakat sadece ilk yağmur damlam mutlu oldu” dedi.
            “ Geri kalanlara ne oldu?” dedim
            “ Sel oldu” dedi.
            Sen sustun.... Bakışlarımız birleşti;
            "Gitmem gerek!" diyordu gözlerin.
            Kalmanı bekledim,  hep bende kalmanı...
            Yağmurlar aşkına
            Düşlerime küstüm, yağmura küstüm toprağa küstüm 
            Bir tek bir tek sana küsemedim sevgilim 
            Bakışlarına, gözlerine, 
            "Gitmem gerek" diyen sözlerine küsemedim
            Yağmurlar aşkına.
                                                  Adnan KÖROĞLU

20 Aralık 2011 Salı

ASIL MESELE


            Zenginlikleri görüp de ulaşamadığımız neler yok ki bu hayatta. Önce keşke benim olsa diye düşünürüz, sonra elde etmek isteriz sonra da bunlar bizi bozar der vazgeçeriz. Çok uğraştık mı? -Hayır, istemekten vazgeçtik mi ? -Hayır, peki sevmediğimiz bir şey mi oldu? -Hayır. Sadece kedi uzanamadığı ciğere miyav der gibi, konuştuk. Oysa biz ciğere uzanmaya bile çalışmadık. Bu galiba insanlığın özelliğinde, ilk yaratılışında olan bir özellik; fakat itiraf etmeliyim ki bu özelliği çok iyi kullanırız. Kötülemek için elimizden geleni yaparız, çok güzel ama.... Ama ne?

            Kısa yoldan köşeyi dönmek, moda olmuş ama diğer modalardan farklı. Mesela değişmemesi farklı, yada bukalemun gibi her ortama uyması, Anka kuşu gibi küllerinden doğması. Bu moda kimler için geçerli peki? Zengin, fakir herkes için.Evet zengin için de,-Benim elbisem daha pahalı -Yok yok ben Paristen aldım. Herkes takip eder bu modayı.  Nedeni, anne- babaların bebekleri, hatta doğmamış çocuklar için de bu modayı takip etmesidir. Herkes birbirini dolandırmak peşinde, sırf modaya uyulsun diye.

             Zengin olamayanlar, zenginlik adına konuşanlardır ve asıl çaba göstermek zenginlik için olmamalı, kendi yağımızda kavrulmak için olmalı ama şu unutulmamalı zengin olunmaz, doğunur. Eğer zenginlik, çabayla elde edilemezse konuşmak boşuna değil midir?

           Köşeyi dönmekten bahsederiz ama döne döne köşe bırakmayız, insanın yeter ki gönlü zengin olsun deriz ama karnımız gurultusundan duramayız, para bizi bozar deriz ama bakkala hep tüm para veririz, para kirlidir deriz ama çöplüktekilerin yüzüne bakmayız. Kısacası para bizi bozar, yeter ki gönlümüz zengin olsun, para kirlidir; ama köşeyi dönmek güzeldir ve zengin olmak için çaba yetersiz konuşmak ise yeterlidir.

                                                     Adnan KÖROĞLU

19 Aralık 2011 Pazartesi

GÜÇLÜ OLANIN SIRRI

            Doğada bulunan bütün kuvvetler, dört temel kuvvetten oluşur, aslında. Kütle çekim kuvveti, elektromagnetik kuvvet, zayıf çekirdek kuvveti ve güçlü çekirdek kuvveti. Temel kuvvetlerin varlığı için bir yorum yok ama evren bu güçler sayesinde bizim için yaşanabilir kılınmıştır. çünkü tüm evreni tutan, yani düzeni tutan kuvvetlerdir, bunlar. Bizim uygulayabileceğimiz en büyük kuvvet zayıf çekirdek kuvvetidir. Mesela atomu arasındaki van  der waals bağlarının koparılarak cismin şekil değiştirmesi gibi. Kuvvetler enerji gibi birbirlerine dönüşemezler. Zayıf çekirdek kuvveti, güçlü çekirdek kuvvetine dönüşemez. O gücün bir sınırı vardır ve daha ileriye gidemez. Yani kendilerini en güçlü hissedenler, güçlü çekirdek kuvvetinin daha güçlü olduğunu bilmezler.
         
           Güçlü çekirdek kuvveti, en güçlü ve en karmaşık kuvvettir. Çekirdekte meydana gelen bu dev güç, parçacık etkileşiminden doğar. Mesela çekirdeğe yaklaştıkça kuvvetler büyür, tıpkı yer çekimi gibi. İşte çekirdeğin içinde bulunan parçacıkların etkileşimi de en büyük olur. Füzyon ve fisyon bunlara örnek fakat big bang teoreminde ortaya çıkan enerji, bu güçlü çekirdek kuvvetinden kat kat daha güçlüdür. Zaten big bangın teorem kalmasının temel nedeni budur. Bu yüzden deneyler yapılır. Enerji güçtür ve bu güç eğer elde edilirse en güçlü odur. Herkes bu gücü elde etmek ister.

           Atom çekirdeğinin kararsız olmasından sorumlu olan zayıf çekirdek kuvvetidir. Bunun anlamı, doğadaki maddelerin bu kadar çeşitli olmasının sebebi olan bileşiklerin oluşumu. Bu tabi zayıf kuvvetin zayıf değil de ne kadar güçlü olduğunu kanıtlıyor. Örneğin bir kağıdı yırtmak ne kadar kolaydır ama oksijen ve hidrojenden su elde etmek ise zordur. Oysa ikisi de zayıf çekirdek kuvvetinin eseri. Zayıf çekirdek kuvvetine göre kuvvet her parçacığı evrensel bir şekilde etki eder ve şiddeti her parçacık için aynıdır. Kuvvetin menzili çok kısa ve güçlü çekirdek kuvvetine göre kat kat daha zayıftır. Çekirdek içerisinde bir arada tutucu güce karşı çıkarak, bazı nükleer parçalanmalara izin verir.

           Günümüzde zayıf çekirdek kuvvetiyle gücü aynı olması ispatlanmış kuvvet elektromagnetik kuvvettir. Bu yüzden günümüzde dört temel kuvvet değil üç temel kuvvetten söz edilir. Elektromagnetik kuvvet, elektrik ve manyetik kuvvetlerin bileşkesidir. Elektrik yüklü parçacıklar arasında oluşan bu kuvvet sınırsız menzillidir. Bu yüzden manyetik alanın yıldızlar arası etkisi vardır. Ancak kütle çekim kuvvetinden çok daha kuvvetlidir. Bu yüzden günlük hayatta pek çok yerde kullanırız. Mesela sürtünme olayı elektromanyetiktir. Elektrik yükü üzerine evrensel bir şekilde etki eder. Oysa kütlesi sıfıra yakın bir değerdir elektrik yükünü sağlayan parçacığın. Bu kadar küçük bir parçacığın bu kadar gücü olması ilginçtir. Elektronları atomun yörüngesinde tutan bu kuvvettir.

           Son olarak gücü diğer kuvvetlere göre oldukça zayıf olan kütle çekim kuvvetidir. Ancak uzun menzilde diğerlerine oranla ön plana çıkar. Genelde fiziksel olayların sebebidir. Klasik Mekaniğinde kullanılan kuvvettir. Kütle çekim kuvveti yüklü yüksüz tüm parçacıklara etki eder. Bu durum onu elektromanyetik kuvvete karşı üstün getirebilir ve kütlü çekim kuvveti emilmez, yani kalıcıdır. Bir cismin ağırlığı ona etki eden kütle çekim kuvvetidir. Bir cismi hareket ettirebilmek için bu kuvvet uygulanmalıdır, yani insanların uyguladığı kuvvet ve bu kuvvet yerin merkezine olan uzaklığına bağlıdır.

           Güçlü olanı, sadece doğanın belirleyeceği bu savaşlarda bizim sadece toz parçacığı kadar gücümüz vardır. Bu yüzden güçlünün kimin olacağına karar vermek ve bunun için savaşmak çok saçmadır. Çünkü güçlüyü belirlemek için savaşılmaz, gücü elde etmek için savaşılır.
                                                                                                      Adnan KÖROĞLU

10 Aralık 2011 Cumartesi

ÇIK ÇIK ÇIK ....

            Alideniz, karşısındaki dik ve yüksek merdivenlere baktı ve "nasıl bu merdivenlere çıkılır?" diye düşündü ama çıkmak zorundaydı. Çünkü Alideniz güçlüydü ve hiçbir şeyden korkmazdı. Ağır adımlarla teker teker çıkmaya başladı. Merdivenler, dağın tepesinden bulutların ardına oradan da Mavi Güneş'e çıkıyordu.
           İki elini  merdivenlere koyarak çıkarken önüne çıkan şeye şaşırmıştı Alideniz. Bir deniz büyüklüğünde sular vardı ama Korkusuz Alideniz o suları geçecekti. Yavaş yavaş sulara basarak ilerlemeye başladı. Suya düşmemek için yavaş yavaş ilerliyordu. Sonra bir sonraki basamağa bastı kurtulmuştu Alideniz ama arkasına bakmamalıydı bakmadı da.
           Alideniz'in önünde engeller bitmek bilmiyordu. Şimdi de önünde her yer buzlarla kaplanmış mermerden yapılmış taş alan vardı. Güneşe ulaşmak için burayı geçmek zorundaydı ve bir zıplama hareketiyle atladı. Tam geçtiğini düşünüyordu ki ayakları kaydı ama elleriyle tutmayı başardı. İki eliyle bir kaç adım attıktan sonra kenara tutunarak ayağa kalkmayı başardı. Artık nasıl hareket edeceğini öğrenmişti.Kenardan yavaş yavaş ilerlemeye başladı ve önüne çıkan bütün engelleri aşıyor, daha da çabuk ilerliyordu.
           Mavi Güneş'ten bir ses yükseldi: "Çabuk ol Alideniz, buraya gel! " Bu ses  Evet bu ses Alideniz'in iyilik perisinin sesiydi. Alideniz'e yardım etmek için gelmişti ama  Güçlü Alideniz yardım istemiyordu. Çünkü bu zor ve yüksek merdivenleri tek başına çıkarak Mavi Güneş'e ulaşmalıydı. Alideniz'e herşeyi öğreten büyük üstadı nasıl ulaşacağını anlatmıştı.
           Alideniz artık sona yaklaşmıştı. Bir kaç merdiven kalmıştı Mavi Güneş'e ulaşmasına. Aşağı doğru baktığında içini bir korku kapladı, fakat bu kadar yol çıktığı için kendiyle gurur duyuyordu. Daha işi bitmemişti. Şimdi sırada son merdiven kaldı. En zor merdiven... Büyük üstat ona: " Bu merdivene her erkek çıkamaz. " demişti. Son merdivenin kenarı yoktu ve çok dikti. Alideniz ayağa kalktı.İki eliyle merdiveni tuttu, dizini merdivenin üstüne koydu ve artık çıkmıştı. Mavi Güneş artık onundu. Demir kapıyı açtı ve iyilik perisine doğru koştu:  "Aferin, aferin sana " herkes alkışlıyor ve gururlanıyordu. Alideniz artık kendisini eskisinden daha güçlü hissediyor ve kendisine daha çok güveniyordu.
                                                                                                                       Adnan KÖROĞLU

29 Kasım 2011 Salı

DUR KİMDİR O?



- Duuuuur kimdir O?
- Gözetleme !
- İki
- Üç
          Mevziden karakola dönüyordu, bir grup asker. Bu askerlerin içerisinde ben ve İbrahim Çoban da vardı. İbrahim Çoban Şanlıurfa, kısa boylu hayat görmüş ya da gördüğünü zanneden biri ama şu kesin ki daha çok şey görmesi gereken de biri....
         Okumamış kişilerin cahil olmadığını ve ne kadar akıllı olduklarını bana kanıtlayan biri o. Kötülüğü sadece bilmediğinden yapan ya da kötülük yapmak isterken bile iyilik yapmayı öğreten biri. Hani şu kıssasa kıssas var ya onu yapmak isterken bile iyilik yapmayı ben, ondan öğrendim.
         Akşam olunca pusucular mevziye geldi ve bizden mevziyi devraldılar. Sonra karakola doğru yola çıktık. Tabi başta İbrahim. Karakola geldiğimizde karakol nöbetçisinin uzun soluklu ve nedeni bilinmeyen bir uzatmayla "Duuuuuur" sesiyle karşılaştık. O gün İbrahim benim ilk devriyemi bilircesine ve nöbetçiye nispet yapar tavrında " Gözeetleemee" diye bağırdı. Ordaki askerliği önemsemiyordu. Not: Sonoldan bira ben de onlara uydum. Ama bu önemsemenin derecesi vardı askerde. İbrahim'in derecesi en düşüktü mesela.
          Karakoldan bize verilen parola "Beş" ti. Sadece beş ama bizim için manası toplam beşti. Nöbetçi bir sayı söyler biz de verilen paroladan sayıyı çıkartırdık. -Üç -İki.... Parola tamam.
         İbrahim parolayı verdikten sonra nöbetçinin yanından geçerken "Kolay gelsin." diye bağırdı. Buna sadece ben gülmüştüm. Çok ilginç gelmişti ama bu diğerlerini şaşırttı. Normal hayatta iş yapan kişiye "kolay gelsin" demek kadar normal ne vardı ki onlar için. Garip bir durumdu, çünkü normal hayatta değildik ama bu durumun sadece bana garip geldiğini anladıktan sonra ben de onlara uydum. Başta İbrahim'e....
          Mevzide İbrahimle birlikte nöbet tutardık bu yüzden sık sık konuşma imkanı bulduk. Onunla konuşurken ben de cahil oluyordum ama konuşmaların bazıları öyle acayipti ki üniversite okuyanlar cahil kalırdı. Hep bana doğayla ilgili sorular sorardı. Matematik işlemleri yapardık beraber. Ona basit işlemler sorardım ve nasıl yapılacağını gösterirdim. Ona bilgilerimi vermeye çalışırdım o da bana telden şekil yapmayı öğretirdi. Evet dandik bir telden öyle güzel şekiller yapardı ki; tespih yapardı mesela.
         Beni davet ederdi hep köyüne, ailesini anlatırdı, anılarını.... Orda ünlü bir aşirete bağlılarmış. Aşiretleriyle birlik oluşturmuşlar tıpkı fabrikada çalışanların sendika kurması gibi bir şeymiş bu.
         Tabancalarda çok iyi anlardı. Zararını görmemişti galiba, en azından sadece ne işe yaradığını biliyordu ama önemini anlamamıştı. Hani şu silahını temizlemekten zevk alan, hızlı bir şekilde parçalarını çıkarabilen ve aynı hızla tekrar takabilen ve bütün özelliklerini saya bilenlerdendi. Özelliklerinin hepsini biliriz, öldürdüğünü de biliriz ama ölümü öldürmeyi anlayamayız. Yaşamadan bilemeyiz çünkü bir boşluktur bu.
         Bir söz var, "bir bakış bin söz eder anlayana" diye. Onun bakışları o kadar masumdu ki sırtında taşıdığı G3'ün suçunu örterdi hep. Okumayı, yazmayı fazla bilmese de, dört işlemleri yapamasa da cahil olmadığını gösterdi bana. Yani cahiliğin iki dudağın ucunda olmadığını kanıtladı. Kelimelerin yan yana gelmesine gerek yoktu onda. Yeni bir alfabesi vardı sanki konuşmak için. Hiç bilinmeyen, söylenmemiş sözler duyuyor ve yeniden cümleler kuruyordu ve benim bildiklerim bunlara yetmiyordu...
                                                                                                                 Adnan KÖROĞLU

22 Kasım 2011 Salı

SON SAVAŞA HAZIRLIK

            Yaşamadan bilemeyeceğiniz anlayamayacağınız boşluklar kuşandım zırhımın içine. Artık savaşa hazırım. Mutlu olan birinin, mutlu olmayan birinin duygularını anlayamaması en güçlü silahım oldu. Bir de anne-babası yani ailesi olan birinin anne-babasızlığı anlayamaması en güçlü kozum oldu, mutsuzluğa karşı güttüğüm bu amansız savaşta . Bu tıpkı satrançta karşımdaki oyuncunun hamlelerini anlayamadığımda hissettiğim o boşluk gibi. Bir şey, bir duygu olduğunu bilirsin, bakarsın, araştırırsın ve ne olduğunu sonunda kendin çözersin: Boşluk.

            Bu savaşta karşımda güçlü ordular yok, büyük krallar, generaller yok, tek vuruşta milyonları yok eden bir silah yok, masum insanları hiç düşünmeden katledenler de yok. Karşımda olan tek şey ... Kendi kendime yarattığım engel.

            Şimdi bu savaşta mutlu olabilmek için boşlukları yıkmalı mıyım yani engelleri kaldırmalı mıyım? Yoksa yeni engeller mi kurmalıyım? Annesi ölen bir kişinin bu boşluğu doldurması mümkün mü? Ya da bu kişi gerçekten de bu boşluğun doldurulmasını ister mi? Yani anlaşılmayı....Burdaki en büyük stratejik hata günü ertelemek olur. Çünkü doğru şekilde yaşayacağı zaman günü erteleyen insan, nehrin kurumasını bekleyen köylü gibidir; ancak nehir kurumaz sonsuza kadar akar gider. Bu yüzden ertelememek benim silahım oldu mutsuzluğa karşı savaşta.

            Artık savaşta barış sağlamalıyım. Çünkü silahlarımı kaybettim boşluklarım bu silahla yok oldu ve engellerin kaldırılmamasına karar verdim. Herkesin boşluklarını dolduracak başka bir boşluğu vardır, muhakkak. Onları bulmam gerekiyor. Yani yeni silahlar...

            Küçük bir kızın babasına yazdığı bir şiir vardı:



                    " Her şey yerinde baba,
                      Caddeler, sokaklar, bakkalcı amca bile
                      Evimizde bir şey değişmedi baba,
                      Artık sıçramadan uyuyabiliyorum
                      Yemeden, içmeden de kesilmedim
                      Yalnız bir şey var, baba
                      Seni çok özledim, herkes seni çok özledi"

gibiydi sanırım. Evet özlemdi, o kızı hayatta tutan ve hayata bağlayan. Kızın boşluğu başka bir boşlukla özlemle doldu. Sanırım bir başka silahım özlem olacak: Boşluğa duyulan özlem.

            Ne gariptir ben seçerken seçtiklerim beni engelliyor sanki. Bazen önümüze çıkan engeller doğru yolda olduğumuzun işaretidir ve bu kişisel değil, nesnel iletidir. Bizim daha güçlü olmamızı sağlar. Bir arkadaşım şöyle demişti: " Bir insanın önüne engel koy durursa, işi bitmiştir.; devam ederse hiç yılmadan devam ederse o zaman daha güçlü olur."  Engelleri aşmanın en önemli yolu bir diğer silahım olan hırs galiba ama her zaman değil. Sadece gerektiğinde kullanılırsa.
         
           Sevginin başarıya dönüştüğüne inandığım şu günlerde şanslı olduğumu düşünmeye çalışıyorum ama şans tesadüflerden oluşur ve ben tesadüflere inanmam. Çünkü her olay, olgu tektir, kendi içinde tektir. Sevgi tek, kendini başarılı bulman tek, kaybettiğin bir yakınına duyduğun özlem tek, kendini uçsuz bucaksız bir boşlukta hissetmen tek. Bir kişiye duyduğum sevgi, diğer kişiye duyduğum sevgiden farklıdır ve bu da beni üstün duruma getiriyor.

           Başarı ne kadar hak edenin oluyorsa, mutluluk da onun için verilebilecek en büyük savaşı verenin oluyor.
 - Beş yaşındayken annem "Hayatın anahtarı mutluluk " derdi. Okula gittiğimde "büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diye sordular. Ben de kağıda "mutlu olmak" yazdım. Soruyu anlamadığımı söylediler. Ben de onlara "Siz hayatı anlamamışsınız" dedim.
           Bu hikayeyi anlattıklarında fazla önemsememiştim. Şimdi anlıyorum kendimde yarattığım boşlukları nasıl dolduracağımı.
                                               Adnan KÖROĞLU

19 Kasım 2011 Cumartesi

BİR ÖMRE BEDEL RUH


        Bir ömre bedel ruhu elde etmek için ne kadar çalışırsın? Neleri kurban edersin?; ya da ne kadar istersin? Ben Adana - İstanbul otobanında giderken aklımdan geçen bu inanılmaz fikri feda ederim. İnsanlardan beni nefret ettiren o sonsuz yalnızlığı asla feda etmem bu uğurda; çünkü budur bana hedef vererek yaşamamı anlamlandıran. Bütün bilgilerimi, paylaşma çabalarımı ve beni duygusuzluktan kurtaran herşeyi kurban ederim ama biliyorum ki bunlar yine de yetmez. Bu imkansızlığa yeten tek şey güçsüzü ezme duygusudur ve  bu da ben de yok. Çünkü en güçsüz benim! Bu güçsüzlüğümü kendim olarak hep yenerim ama hiç kimse bu güçsüz kişinin asıl gücünün hiç farkında olmadı.

         Güçsüzü ezme duygusuna sahip olanlar, paralı, mutlu ve ölümsüz bir ruha sahip olabilirler ama unutmamalıdırlar ki bu duygusu olmayanlar  bozgunculuk değil, birlikte olmanın, yok etmenin değil ileriye götürmenin başlangıçlarıdır. Bu hayatta önemli olan şey, kendimiz için kazanmaktan çok daha ötedir. Bu, yavaşlamak, yönünüzü değiştirmek anlamına gelse bile diğerlerinin de kazanması için yardım etmektir. Kendisinden güçsüzü ezmeyi ilke edinenler, daha güçlünün de var olduğunu unuturlar.

         Eğer bu ruhu elde edemezsen diğer ruhların önemi nedir ki? Diğer ruhlar sıradanlığa kurban olanlardır ve bunların en büyük kurbanı benim. Sıradanlığa karşı bir savaş vermekteyim.
         " Benim sürdürebileceğim savaşların en zorlu olanı, beni an be an başkası olmaya zorlayan bir dünyada kendinden başka ben olmamak için savaşmaktır ve bu savaş hiç bitmez" Edward Estlin CUMMING


                                                                                                           Adnan KÖROĞLU
         

14 Kasım 2011 Pazartesi

ATIKLARDA DOĞAN GÜNEŞ



            Ben, denizin dibindeki midyenin içindeki inciyim. Orada kimse beni fark etmez ama ben kimseye görünmeden gelişirim. Midyeden beslenirim. Onun sayesinde büyürüm. Muhtacım midyeye, denizin dibindeki her şeye: atıklara, çöplere, yosunlara, balıklara...
           Küçük görmeyin beni, ben atıklarda doğan bir güneşim, yeryüzüne çıkınca parlayacağım güneş bile beni kıskanacak. Bana daha önce çöp diye bakanlar, beni görünce benim nereden çıktığımı unutacaklar. Bütün insanlar peşime düşecek, bana sahip olabilmek için birbirlerini öldürecekler: Atıklar içinde var olan bir inci için.
           Zenginler kendilerini diğer insanlara daha güzel göstermek için benim parıltımdan yararlanacaklar. Sırf gösteriş uğruna,  benim için bir servet ödeyenler olacak. Oysa ben onlara ne iş vereceğim, ne aş vereceğim, ne de yardım edeceğim. Beni en güvenli yerlerde saklayacaklar: çift korumalı kasalar, harekete duyarlı sensörlü alarmlar, lazer korumalı müzeler...



           Muhtaç olduğum midyeyi unutacağım. Kendimi dünyanın en güçlü varlığı zannedeceğim ve sonunda senin yanına geleceğim Sakın benim için iyi şeyler düşünme! Senin kalbini zehirlemek için geleceğim. Benim parlaklığımdan gözlerin kamaşacak, beni arzulayacaksın ve bana sahip olduktan sonra hep tedirgin olacaksın. Başıma bir şey gelmesinden  ve kaybolmamdan çok korkacaksın. Sakın benim için kötü şeyler düşünme! Elimde değil bu. Sen bana sahip olduğun sürece övünüp gururlanırken aslında bencilleşecek, kibirleşeceksin, kötüleşeceksin. Sana güzellik katacağımı düşünürken için kötülükle dolacak. Ben yeryüzüne düşen ilk yağmur damlası gibiyim, fırtınanın habercisiyim.
                                                                                                             Adnan KÖROĞLU

10 Kasım 2011 Perşembe

AŞK SARHOŞU


            Haberini az önce aldım. Burada aşk sarhoşluğu hastalık galiba önüne gelen aşık olmak istiyor. İlk defa senin adını söyleyince ağzından çıkan ses "Geç onu !" diyen biri var, şimdi başımda; fakat bunu içten mi yoksa dıştan mı söylediğini kendisi bile bilmiyordur eminim ki. Bugün, bu duruma alışmak isteyişimin bir noktasıyla daha karşılaştım. Belki de o noktaya beni sen getirdin. Hayır sen yapmadın yok yok yapmadın... Ama bir bahane arıyorum, suçumu örtmek için. Üstelik en büyük suçumu örtmek için hala bir bahane bulamadım. Kelimelerim de cümlelerim de karışık olabilir; çünkü aşk sarhoşuyum ben....
             Benim hayatım özenti , bu yazıya bile bu yüzden başladım. Seni sevmem özenti, dünyaya gelmem özenti, aşkı küçümsemem bile özentidir. Ama galiba diğerlerinden, yani özendiklerimden sürekli ayrılıyorum. Şuan da seni seven ve sana aşık olacak olan bir sürü kişi var, ama ben bunun bir özenti olmasını istemiyorum mesela. Dedim ya insanlardan ayrılıyorum diye işte bu ayrılma noktasını kendim seçmiyorum. İleriyi düşünüyorum da; belki de dünyanın en kötü insanı ben olacağım, çünkü hep insanların özendiklerini kullanarak kendimi yükseltiyorum. Bana karamsarsın deme. Hiç olmazsa başkalarının yanında, çünkü hiç kimse benim ne düşündüğümü bilmez.
             Bakışlar çarpar çarpar adamı ama en çok da ben çarpılırım biliyor musun? Kelimeler, cümleler bozar adamı.
             Dünyaya geldiğimi anladığımda öğrendiğim ilk şey mümkün oldukça çok arkadaş edinmek oldu. ama hiç kimse bilmez gerçekten edindim mi? Benim arkadaşlarım çok oldu, yakın arkadaş. O kadar çok yakın ki onun kiminle çıkacağını ben seçerdim. Zaten öyle olmaz mı? Bir kız hemen sorar: "Şu nasıl biri?" İşte
             Sana kız arkadaşlarımı anlatmayacağım. zaten buna gerek yok. Sana şeklini ve hiç değiştirmediğin kokunu anlatacağım, parfümünü ne zaman değiştirdin sorusuna verdiğin cevabı anlatacağım ama....Elveda bir ses beni çağrıyor gitmeliyim. Senin yazını başka birisi tamamlayacak. Elveda yemek arkadaşım, oyun arkadaşım.
                                                                                                      Adnan KÖROĞLU

7 Kasım 2011 Pazartesi

KANIT


Söyle Sevgili:

benim sana sevgimi ispatlamam için ne yapmam lazım?
artis artis giyinip caka satarak, lüks bir yerde yemeğe mi çıkarmam,
yağmurlu bir akşamda pencerenin önüne gelip sırılsıklam ıslanarak serenat mı yapmam,
yoksa, sürekli seni aradıktan, mesajlaştıktan sonra senin mesajını beklemem mi,
ben, sana sevdiğimi ispatlamam için daha ne yapmam lazım?
askere gittiğimde, ilk açtığın telefonda sana "seni seviyorum" mu demem lazım
senin beni seve bilmen için ne olmam lazım?
bir arabam ve bol miktarda param mı olması,
herkes tarafında ön plana çıkan biri mi olmam,
yoksa tatil yerlerini çok iyi bilen biri mi
şöyle yakışıklı biri mi olmam lazım?
peki senin beni seve bilmen için ne yapmam lazım?
her gün spor yapıp, kendime bakmam mı,
ameliyatla gözlüğümü atıp sana aşık aşık bakmam mı,
kilom seninkinden fazla, yaşım seninkinden fazla
maaşım seninkinden fazla mı olmalı
sosyal yönden güçlü mü olmam
yoksa davranışlarımı mı değiştirmem lazım
yalan mı söylemem lazım yoksa her şeyi saklamam mı?
kişiliğimi mi değiştirmem lazım ama kişiliğimi değiştirmem
senin için olsa bile yapmam.
beni ben yapanı değiştirirsem ben ben olmam ki
o zaman diğerlerinden ne farkım kalır....
                                    Adnan KÖROĞLU


29 Ekim 2011 Cumartesi

ÖLEREK UYUMAYA İSYAN

           - Babam uyuyor mu teyze?
           - Hayır uyumuyor. Baban Cennet'e gitti.
           - Yalan söylüyorsun, uyuyor. Uyandırın onu arkamda işte, göçük altında. O yüzden solgun görünüyor. Uykusu ağırdır babamın uyandırın onu. Hadi baba uyan!

            Bir çocuğun haykırışıydı bunlar. O haykırış ki ölümü kabullenmemek, o haykırış ki uykuyu dünyanın en kötüsü görmek. Onun bu haykırışı hiçbir şeyi anlamamasından değildi, her şeyin farkında olduğundandı. Evet her şeyin farkındaydı ve bir cevap bekliyordu. "Babam nasıl öldü teyze, nasıl öldü?" Ona nasıl bir cevap verilirdi, acaba "Depremde öldü" diyebilecekler mi? Ya "Hani deprem öldürmezdi. Bize öyle öğretmiştiniz." derse ne cevap verebilirler. Cevap sadece susmak olurdu, galiba.

            Uyku bir gerekliliktir. Sağlığımızın yerinde, zihnimizin açık olmasını sağlar ama uyumaya terk edilmek bir zorunluluk. Oysa uykuyla ölüm arasındaki tek ortak nokta gözlerin kapalı olması...Uykuyla ölümü birleştirenler ne o çocuk ne de doğa. Şehircilik planlaması yapmayıp: "Boş ver ya herkes kendi evini kursun" diyenler; köylerdeki evlerin yapımında hiçbir destekte bulunmayanlar; Bir inşaatı daha ucuza mal etmek için ellerinden geleni yapanlar; Binaları oturulacak yer değil de, sadece kar amacıyla yapılmış ve içinde oturanlar yok sayılmış yerler sunanlar ve bunlara isteyerek ya da istemeyerek destek veren herkes uykuyla ölümü birleştirmekten sorumludur, bana göre.

            O kadar çok sevin ki mesleğinizi, onursuzluk yapıp kısa günün karı diye üç günlük karı düşünüp bir inşaatı daha ucuza getirip insan hayatıyla oynamayın, o kadar çok sevin ki belediyede mi çalışıyorsunuz, iyice bir makamınız mı var bir şeyler sizi vermemeniz gereken bir rapor vermeye itmesin. Çünkü insan çok sevdiği şeye onursuzca davranamaz. İşte o zaman  o çocuğa verilecek cevaplar olur ve haykırışlar en azından uyku için olmaz.


            Televizyonda bir sahneye şahit olmuştum. Bir ana oğlunu hastaneye götürüyor ve bu arada haykırıyor: "Oğlum duan üstünde mi, oğlum?" Aslında onun göz yaşlarıya yapılmış duası kurtarıyor onu; ya da anneyi teselli eden tek şey bu. En azından oğlu uyanacak belki de daha güzel bir güne uyanacak ama o acıyı ömür boyu çekecek. Fiziksel olarak değil ama hiç unutulmayacak.

           Nene, anne, baba kaç aile yıkılmıştır? Kaç ailenin mal varlığının tamamı yok olmuştur? Ölüm nasıl olursa olsun kötüdür, acımasızdır ve yok edicidir. Sadece hayatları yok etmez. Hayatla birlikte yapılan her şeyi yıkar. Oysa hayat ne kadar güzeldir, yaşayanlar için. Gerçi değerini bilmeyiz. Somali’de yaşayan insanlar kadar yoksul olsak da yaşarız işte. 

            "Çekilin önümden benim derdim sizinle değil, benim derdim uykuyla da değil; benim derdim hiç suçum olmamasına rağmen bir daha hiç uyanmamak." Hiç suç olmadan insan nasıl bir uykuya terkedilir ki. Bu durumda kim yıkılmış olur bina mı? Taş, beton yığını mı? Yoksa insana verilen değer mi?

            Eğer bu sözler bir hakaret geliyorsa bazılarına; beni de isyankar sayın, memnuniyetsiz sayın beni de,  hani bazı insanlar vardır ona yardım edersiniz daha iyisini isterler işte beni de onlardan sayın. Olayları başka yere sapınca hemen diğer konuyu unutanlar gibi değilsem eğer; Doğu, Batı diye ayırmadan herkesin yardımına koşuyorsam eğer ve bu bazılarına yanlış geliyorsa beni de o isyankarlardan sayın.

Adnan KÖROĞLU                                                                                                          

28 Ekim 2011 Cuma

KENDİMİZ OLMAK


            "Batıyla uyuşma, Türkiye'nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir." M. Kemal Atatürk'ün bu sözleri günümüzü en ince ayrıntısıyla gördüğünü anlatmaktadır, aslında. Batı'nın egemenliği Haçlı seferlerinden beri olan bir durum bence. Çünkü o seferlerden sonra bilim Doğu'da körelmeye Batı'da ise güçlenmeye başlamıştır. Tabi şimdi sadece Batı değil; Amerika ve Uzak Doğu da var. Tüm bu dünyada da biz hangisiyle kıyaslıyacaz? Batı'yla mı? Amerika'yla mı? Uzak Doğu'yla mı? Yoksa Doğu'yla mı? Hiçbiri....
            Niye başkalarıyla kıyaslarız hep. Diğerlerini kıskandığımız için mi? Yoksa diğerleri gibi olamadığımız için mi? Anayasadan, hukuktan bahsetmiyorum; ekonomik, siyasal, askeri güçten de bahsetmiyorum. Benim bahsettiğim, sosyal yani toplumsal.
            Sosyal olarak eğer kıyaslama yapılırsa kendi bağımsız düşüncen ne olacak? Eğer bağımsız düşüncen olmazsa bağımsız bir şekilde nasıl yaşanabilir. Lozan Antlaşması'nda Lord Curzon şöyle demişti: " Müzakerelerde sizden istediklerimizi alamıyoruz ama unutmayın bugün reddettiklerinizi yarın cebimizden çıkarıp önünüze koyacağız!" Ne yazık ki Batı'nın bu öngörüleri ülkede kıyas yapanların ellerinde gerçekleşmiştir ama unutulmamalıdır ki bu ülkede bir kişi dahi olsun bağımsızlık ellerinden alınamaz.
            Lozan Antlaşması'ndan sonra İngiliz New Conventional Gazetesi şu yoruma yer vermişti: "Türkiye teoride bağımsız bir ülke oldu; ancak sanayi ve ticarette yetersiz ve sermayeden yoksun olan bu toplumu tanıyan bilirler ki, bu bağımsızlığın ömrü çok kısa olacak ve eski durum bir başkasının egemenliğinde geri gelecektir." Fakat durum hiç de onların tahmin ettiği gibi gelişmedi, sermayesi olmayan bu ülke büyüdü gelişti. Oysa şimdi bu ülkelerle kıyaslama yapılıyor.
           Atatürk'e "Bu bir çelişki değil mi Paşam, Bu adamlar bu kadar bencilken siz Avrupa medeniyetini övüyor örnek olarak gösterilmesini istiyorsunuz?" diye soru sorulduğunda Atatürk şu cevabı vermiştir;" Hayır, biz her zaman emperyalist, militalist Avrupa'ya karşı olduk, şimdi de öyleyiz ama ilim ve irfan Avrupa'sına hiç bir zaman karşı olmadık şimdi de olamayız, çünkü bir daha yenilmemek sömürülmemek için onların ilim ve irfanına sahip çıkmalıyız, bunun gereğini yapacak cesareti gösteremediğimiz için son üçyüz yıldır ayakta duramıyoruz ve ayaklar altında sürünüyoruz ama o dönem artık bitti" Sözleriyle Avrupalaşmayı değil Avrupadaki ilim ve irfanın üstüne basıp yükselmeyi hedeflediğini belirtmiştir.
           "Bu millet, Atatürk sevgisi temizlenmeden Batılı olmaz!" Bu söz AB yetkilisi Karen Fogg'a ait. Türkiye'deki görevinden alınırken bundan şikayet etmişti.
           Milletler bazen zor durumda kalır; ama önemli olan bu zor durumda bile hiç kimseye aldırış etmeden, hiç kimseyle kıyaslama yapmadan ve en önemlisi bağımsızlığından asla ödün vermeden kendi yolunda devam etmektir. Önemli günlerin zor durumlarda bile sürmesi bizim bazı şeylere ne kadar değer verdiğimizi gösterir.
                                                                                                                      Adnan KÖROĞLU

26 Ekim 2011 Çarşamba

KAOS FİZİĞİNİN GÖTÜRDÜKLERİ

           Modern fizik olarak tanımlanan fizik sistemi dinamik fiziğin de ötesinde. Modern fizikten sadece kuantum fiziğini bilinir o da şöyle böyle; oysa ki kuantum sadece bir başlangıçtır. Relativite yani görecelik ve kaos fiziği vardır.
           Kaos Türkçe karşılığı karmaşa: fakat kaos aslında karmaşa değil düzenin getirdiği düzensizliktir. Kelebek etkisini bilir misiniz? Bu etkinin ne kadar büyük olduğunu "kaos" gösterir. Hepimiz düşünürüz hayatımızda ne kadar çok hata yaptığımızı; "keşke bunu yapmasaydım." deriz ama hiç düşündünüz mü; eğer bu yanlışlıkları yapmasaydım hayatta neler değişirdi? Ufacık olaylar neler değiştirirdi? İşte bu olaylar hep bir düzensizliği getirir, her değişiklik farklı olaylar; yani kaos.
          Kelebek etkisi isimli film vardı. Filmde karakter hep geçmişe dönüyor, bir şeyleri değiştiriyor ve hep olaylar değişiyor, hiç istediği gibi olmuyordu. Küçük bir hata telafisi imkansız olayları doğuruyor, bu hataları engellemek için başka bir olay yaratıyor, o da başka hataları meydana getiriyordu. Bu filmde anlamadığım adamın nasıl geçmişe gittiği değil, anlamadığım bu kelebek etkisinin nasıl olur da bir düzeni doğurduydu. Filmde her etkiden sonra bir düzen vardı; oysa kelebek etkisi bir kaosu doğurur.
          Dinamik sistemler üzerinde çalışmış olan tüm fizikçiler ve matematikçiler arasında kaos kavramını en iyi anlayan bilim adamı Jules Henri Poincare'dir. Poincare " Bilim ve yöntemler" adlı eserinde, çok değişkenli sistemlerin kalıcı çözümlerinin olmadığını, çözümlerinin sonsuz bir şekilde sürebilen oynak bir durum alacalığını ve bununda sistemlerin geleceğinin tahmininde etkisiz olacalığını ifade etmiştir. Bu yüzden Poincare kaosun babası olarak tanınmıştır. Poincare'nin yanında kaos fiziliğine en önemli katkısı Edward Lorenz olmuştur. Lorenz daha çok hava tahminleriyle ilgilenmiştir.
          Kaosa göre insan ömrü yada insan tarihinin ömrü dünyanın ömrünün yanında çok kısa bir ömürdür hatta dünyanın yaşı evrenin yaşından çok daha kısadır. İşte bu yüzden insanlık tarihi dünya tarihini net bir şekilde anlayamaz. Bu aralıktaki olaylar küçük bir etkiyle değişir. İşte tam bu etki kelebek etkisidir.
          Kaosla ilgili bir diğer teori laplace şeytanıdır. Laplace şeytanı şöyledir:


          "Evrenin hali hazırdaki durumunu geçmişin bir etkisi ve geleceğin nedeni olarak görebiliriz. Dolayısıyla her bir anda doğaya etkimekte olan güçlerin tamamının bilgisine ulaşıp doğayı oluşturan varlıkların birbirleriyle olan etkileşimlerinden haberdar olabilen bununla da kalmayıp bu uçsuz bucaksız bilgiyi analiz edebilen bir akıl evrendeki en görkemli ve ağır cisimlerden en hafif atoma kadar her şeyi tek bir formülde toplayıp geleceği de şimdinin kesinliğiyle bilebilecektir"
                             Marquis Pierre Simon de Laplace

           Düzen düzensizliği yaratır, düzensizliğin içinde bir düzen vardır ve düzensizlikten doğar. Oluşan yeni düzen kendiliğinden örgütlenen bir süreç vasıtasıyla kestirilmez bir yöne doğru ilerler. Bu kaosun temel yasasıdır. Düzenin içinde oluşan düzensizliğin kayboluşunu anlatır. Bu kayboluş dönülmez bir yolda ilerler; fakat düzensizlik de boş durmaz. üzensizlik kestirilmez ama tahmin edilebilir. Tıpkı hava durumlarının tahminleri gibi....
           Kaos bir karmaşadır. Bir düzensizliğin oluşumudur ve düzensizlik tahminlerle kestirilmeye çalışılır. Bu tahminler en küçük bir etkiyle değişir ve başka tahminleri meydana getirir. Kaos bütün halinde istikrarlıdır. İşte bu yüzden kaos fiziği belki de bilimin ilerlemesi yönüne büyük bir engel koyar.
                                                                                                       Adnan KÖROĞLU

24 Ekim 2011 Pazartesi

TEK SEBEBİM


Gün doğdu, seninle doğdu.
Hemen uyandım, seninle uyandım
Belki senin sevgin olmak istiyorum
Belki tüm ihtiyacım olan sensin
Bu şekilde olsam da, senin yanında
Seni gökyüzünün ışığı kadar sevsemde
Yanında olmadığım zamanlarda
Senin arkadaşın olamıyorum.
Bu kadar çok neden düşündüğümü
Başka birisi anlayamaz, senin için
Ama söyleyemem.
Bana yalan söylemen gerekse bile lütfen söyle
Sen benim için tektin
Sevdiğin tek kişinin ben olduğumu söyle
Sen benim tek sebebimdin
Ama söyleyemezsin biliyorum
Beni bildiğin kadar biliyorum
Yine de her yerde, her zaman
Benimle beraber sen oldun
Yanımda, içimde, kalbimde oldun
Yaşamaya, dair tek sebebim oldun
Artık bedenim gökyüzündeki yıldızlarda kaybolsa da
Ruhum senden uzaklaşmak istemeden önce
Tek sebebim sendin....
                                                                                                   Adnan KÖROĞLU                  

22 Ekim 2011 Cumartesi

BİLİNMEZLİKLER DİYARINDAKİ GİZEM


           Teknoloji geliştikçe günlük hayatımız değişir. Buna yol açan bence teknolojideki değişimler değil, bilimdeki değişimlerdir. Bilim geliştikçe teknolojik araçlar da gelişir ve günlük hayatımız kolaylaşır. Bu değişimlerin en önemlisi bilim ilerledikçe hayatımızdaki bilinmeyenlerin değişmesidir.
           Bilinmezlik, şimdiye kadar keşfedemediğimiz her şey midir? Eğer öyleyse bu bilinmezlikler niye bitmeye hiç yaklaşmıyor? Niye sürekli artıyor? Bence bilinmezlik denilen keşfedemediğimiz değil, keşfettiğimiz sorular. Çünkü eğer bilinmezlik varsa onu keşfetmişsin demektir.
          Gizemlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu gizemler bilimin gelişmesiyle artar.Her çözülen gizem arkasında başka gizemi çağırır.; fakat bu işlem belli bir sıra izler. Mesela geçmişte önce felsefe doğdu, felsefe sorular sormaya başladı, bu sorular bilimi doğurdu ve bilim bilinmezlikleri teker teker çözmeye başladı. Her çözülen bilinmezlik insana cesaret verdi. "Demek ki oluyormuş" dendi sonra yeni bilinmezlikler yeniler yeniler....
         Gizem, bu bilinmezlikleri toplar ve yeniler açığa çıkar ve yeni bilinmezlikler yeni gizemleri doğurur. Bu böyle sürüp gider.
        İnsanın merakı gizemle birleşince bilinmezlikler çoğalır ve bu bilimin güçlenmesine sebep olur. Çünkü bilimle savaşacak düşmanlar; yani bilinmezlikler çoğalmıştır. Düşman çoğalınca bilim de ordusunu büyütür.
        Gizem bilinmezliklerle güçlenir, bilim ise merakla. Bu ikilemeliği çözen insandır; yani aslında bütün soruların cevabı insanlarda saklı: bilimin, bilinmezliğin hatta gizemin cevabı....
                                                                                                                Adnan KÖROĞLU

20 Ekim 2011 Perşembe

DURUM RAPORUNA EK


          Yazarın seyir defterinden:
          Bugünlerde yazmak istemedim .Çünkü üzüntüyü yazamıyorum. Ne bileyim beceremiyorum işte. Önce yazmaya başlıyorum: "Bugün acıklı, yaslı, duygu dolu ve kan kokulu bir gündür ve kan ne olursa olsun kötüdür." Ama bu kadar devamı gelmiyor işte.... Oysa böyle olmayacağını, susmanın vakti değil de bağırmanın herkese duyurmanın gerektiğini en çok söyleyen bendim. Kendi kendimi suçluyorum şimdi ben böyle miydim? ya da böyle mı yapacaktım?
           Bugün kaç gündür göremiyoruz göremiyoruz dediğimiz Jüpiter'i gördük ve hemen bir şans oyunu oynadık. İlginçtir gezegeni ne görmek içimizden gelmişti? Ne de şans oyunu? Bir anda oldu, bir anda ama bu ilginç olayın meydana geldiği gün üzüntünün en yoğun olduğu gün.
           Hep dışarıya karşı bağırırız  ya: " Niye kalıcı adım yok? Niye hep aynı olaylar oluyor?" diye üzülmüyormuş gibi yaparız hatta bazen " Üzülmüyorum" deriz ya; ama içimize karşı öyle bir şiddetli oluruz ki öyle bir üzülürüz ki dışarı çıksa volkan olacak zannederiz. Dünyanın magma tabakasında duran lavların bir çıkış yolu bulduktan sonraki o şiddetli patlamaları gibi.
          Öğrencilere satrancı anlatırken hep savaşlardan örnek verirdim. Şimdi anlıyorum, nasıl büyük bir hata yaptığımı.Çocuklara satrancı sevdirmeye çalışıyorum; ama aynı zamanda çocuklara, satranca benzettiğim savaşı da sevdirmeye çalışıyormuşum meğer. Bugün Şah İsmail'le Yavuz Sultan Selim'in satranç hikayesini anlattım çocuklara. Hikayenin sonunda Yavuz Sultan Selim'le Şah İsmail savaşıyorlar. Öğrencilere anlatırken kendimi kaptırdığımı ve satranç taşlarıyla savaştaki askerleri birbirine benzettiğimi farkettim. Sonra yanlışlık yaptığımı farkettim ve "Satranç bir oyundur ama savaş gerçektir." dedim ve konuyu kapattım.
          Evet satranç bir oyundur ve satrançta kan yoktur. Oysa savaş gerçektir, kan da gerçektir ve kan kötüdür.Bunu başlatanlar ise asla şehitlerimiz değildir.
                                                                                                        20.10.2011
                                                                          ( Hakkari'deki şehit haberlerinden bir gün sonra)  
                                                                                                  Adnan KÖROĞLU                                 

14 Ekim 2011 Cuma

BEN GERÇEĞİN TA KENDİSİYİM

         
            İnsan dediğin nedir ki? Gerçek midir? Gerçekliği nasıl kanıtlanabilir? Kanıtlanamayan hiç bir hipotezin kesinlik taşımadığını öğrenmiştik. O zaman gerçek kanıtlanamazsa kesin değildir, kanıtlanırsa kesinlikle vardır.
           Şimdi düşünüyorum da gerçek olanı değil , gerçeğin kendisini nasıl ispatlarım diye; ama bu evrenin başlangıcını araştırmak gibi...

            Öncelerde izlediğim bir film; Matriks... İnsanları kontrol eden  bir bilgisayar programı olduğunu anlatıyordu. Kendi başına bir felsefe yaratmıştı bu film. İşte" İnsan acaba gerçek mi?" sorusu bu filmden sonra herkes tarafından sorulmaya başladı.

             Benim hipotezim başka. Gerçek olmayan  insan değil de ya gerçeğin ta kendisiyse. Kasttettiğim  hayat değil, evren hiç değil.... Benim kasttettiğim sadece kelime olarak gerçek, mana olarak gerçek, cümledeki gerçek. İşte bunu ispatlamanın tek yolu kişinin kendisidir, bence.
            Kendin varsan, hayat varsa, evren varsa gerçek de vardır.

                                                                                                                               Adnan KÖROĞLU